25 Eylül 2011 Pazar

Çok çok sev, çok çok pişir...

Işık hanım, Yeşim hanımın eşi Murat Bey için yaptığım pastayı görmüş ve çok beğenmiş. Kendisi de eşi için sürpriz bir doğumgünü partisi organize etmeye karar verince beni aradı. Dikdörtgen bir pastada karar kılmıştı, yine 6 hikaye, her hikayede ayrı figürler ve yazılar olacaktı. Telefonda konuştuktan sonra hikayelerin detaylarını içeren bir mail aldım. Hikayeleri okuyunca ve özellikle içlerinden birini görünce harika olacak diye düşündüm. Murat bey Masterchef için çağrılan adaylardan biriydi ve Işık hanım bir hikayede "çok çok pişir yazısı ve aşçı kukuletası, şapkası vs. olsun" istemişti. O an gözümde canlandı ne yapacağım. Hem sevgi içeren hem de aşçılara özel bir kompozisyon olacaktı. 



Her hikaye ayrı bir özenle hazırlandı, işte Koray Bey'in 35. yaşgünü pastası... 


Mutlu Yıllar!!



Kısa bir aradan sonra tekrar birlikteyiz...

Bir süredir blogumdan uzak kalmanın üzüntüsünü yaşıyorum. O kadar çok koşturdum ki, daha yeni yeni toparlanıyorum. Güzel bir tatil sonrası yoğun bir tempoyla işe başladık. Neler yaptım neler :)
Barış bey biz cafeyi açtığımızdan beri bizimle birlikte olan çok şeker bir müşterimiz. Yazın bebek kurabiyelerini gördüğünde Neyir ben de yaptırmak istiyorum demişti. Nedense ekimde hazırlayacağız gibi aklımda kalmış. Tatil dönüşü Neyir haftaya yapıyoruz değil mi deyince bebeğin geleceği heyecanı sardı beni de, geliş günü belli olmasına rağmen her bebek kurabiyesi tesliminde olduğu gibi ya olduğu yerde çok sıkılmışsa ya erken gelirse diye Cihan'ın başının etini yedim. Ne olur ne olmaz diye konuştuğumuz teslim gününden önce kurabiyeleri hazır ettim.
Kurabiyeleri;
 pişirdik,
süsledik,

paketledik

ve güzel bir sepette teslim ettik.

Selin Hanım ve Barış Bey büyük bir heyecanla bekledikleri sevgili oğulları Yunus Emre'ye kavuştular, dediklerine göre tombişmiş. Güzel ailesinin içinde sevgiyle ve mutlulukla büyüsün.
Not: Hee bi de Barış Bey'in dediğine göre Selin Hanım'ın yaptırdığı çikolatalar çok fena arka planda kalmış :))) Artık olsun o kadar :)

8 Eylül 2011 Perşembe

Sevdiklerimize verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz ...

İnsan vardır, yüzü güler, gönlü cömert, ufku geniş; onunla oturdukça oturmak istersiniz; muhabbetinden keyif ve feyiz alır, ilham bulur, farkında bile olmadan ne çok şey öğrenirsiniz. Yanından kalktığınızda az buçuk değişmiş, zenginleşmiş olarak yolunuza gidersiniz. Hafiflemiş olarak, rüzgârda tüy gibi. İçinizde bir gonca gül açılır, katmer katmer renklenir. Elinizde olmadan hayata gülümsersiniz. Gene görmek istersiniz o kişiyi, ilk fırsatta yeniden buluşmak.
Sohbetine doyamaz, ruhunun dibini bulamazsınız, öylesine derin. Bir saklı cevherdir, ilk bakışta belli olmayan. Uçsuz bucaksız bir denizdir kıyılarına varılmayan. O kadar azdır ki böyleleri, bulunca ömür boyu dostluğunun ipini bırakmak istemez, kıymetini bilirsiniz; güzelliği arayan bir mürit gibi, muhabbete susamış bir münzevi gibi, ateşe meyyal pervane gibi etrafında incecik çemberler çizersiniz. Dostlukla, hayranlıkla...
İnsan vardır, kem bakar, ağılı konuşur, habire şikâyet yahut hakaret veya dedikodu halindedir; karalamayı sever, başkasına leke çalmaktan kendine payeler biçer; kimseyi beğenmez, kendinden gayri; hiçbir yeniliği, farklılığı tasvip etmez; ayaklı sirke küpü, diken diken her sözü; dudaklarının ve gözlerinin etrafında senelerdir surat asmaktan, fesat bakmaktan oluşmuş çizgiler taşır lakin bilmez; köşe bucak kaçmak istersiniz böylesinin gölgesinden bile.
Ne var ki bazen o insan patronunuzdur. Ya da öğretmeniniz. Kapı komşunuzdur veya çalışma arkadaşınız yahut ağabeyiniz. Hemen her gün görmek zorunda kaldığınız biridir. Belki de babanız ya da kayınvalideniz. Belki biricik eşiniz. Vaktiyle ne çok severek evlendiğiniz ama zamanla kalben, zihnen, ruhen ayrı düştüğünüz; gene de bir türlü yüzleşemediğiniz, dürüstçe eleştirmediğiniz... Tavsamaya yüz tutmuş bir ateş gibi kendi kendine tüten bir ilişki. Ne uzaklaşabilir ne katlanabilirsiniz. Ne olduğu gibi sevebilir ne hepten vazgeçebilirsiniz.
Derken ondaki irin usul usul size de sirayet eder. Damla damla akar ruhunuza. Kangrendir ya olumsuz enerji, hızla yayılır, sinsice; bir sağlam uzuvdan bir başkasına sıçrar, bir insandan berikine. Bir de bakarsınız ki aynen onun gibi konuşmakta, onun gibi meselelere yaklaşmaktasınız. İçinizde neşe kalmamış, solmuş gitmiş o terütaze bahar. Bir kuru ayaza kesmiş benliğiniz.

Siz de tıpkı onun gibi şikâyet halindesiniz, yüzünüzde benzer çizgiler. Merak edersiniz: “Ben ne vakit böyle oldum. Hangi dönemeçte yitirdim inancımı, iyimserliğimi, cesaretimi, girişkenliğimi? Ben ne zaman vazgeçtim aşktan ve aşkı aramaktan? İçsel yolculuklardan? Değişimden? Öğrenmekten? Büyümekten? Sahi ne zaman?”
Hiç düşünür müyüz etrafımızdaki, en yakınımızdaki insanların enerjisi bizi nasıl etkiliyor? Günbegün, aybeay, senebesene... Yahut tersine çevirelim soruyu: Bizdeki olumsuzluklar acaba onları nasıl etkiliyor? Sevdiklerimize verdiğimiz zararın bilincinde miyiz? Keşke ara ara kapsamlı bir tadilata girişsek benliğimizde. Keşke daha fazla ertelemeden ve samimiyetle bakabilsek içimize. Oradaki yanlışları, lüzumsuz hırsları, kabuk tutmuş yaraları, tamahkârlıkları tek tek bulup ayıklayabilsek.

Bir tabela assak: “Sevdiklerime verdiğim zarar için özür diliyorum. Şu anda tadilat halindeyim, yenileniyorum...” Köhne binalar bile gençleşirken, kurumuş otlar bile tazelenirken, gerekli özen ve emekle şu hayatta her şey yenilenirken, insan nasıl değişmez, değişemez?

Elif Şafak'ın yazısını çok beğendim, paylaşmak istedim.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Gittim geldim..

Tatilimizi yaptık, gezdik gördük, yedik içtik. Bol bol da suyla haşır neşir olduk. Sonunda geldik cafemize...
Şimdi öğle yemeği saati, yoğunluk var, en kısa zamanda görüşmek üzere...